Lee Miller (1907-1977)

1907 yılında New York’da dünyaya geldim. Çok küçük yaşlarımdan itibaren babam amatör fotoğrafçılık sevdası ile beni model olarak kullandı. Genç kızlığa ilk adım attığım yıllarda çıplak fotoğraflarımı çekti. En kötüsü ise henüz sekiz yaşındayken bir arkadaşımın evinde tecavüze uğradım ve hastalık kaptım. 20 yaşına geldiğimde, alımlı, güzel, uzun boylu ve dikkat çekiciydim ki, yolda yürürken aniden bir araba durdu önümde ve Vogue’den modellik teklifi aldım. 2 yıl süren bu kariyerimde Kotex’in reklamında bir fotoğrafımın kullanılması büyük skandal yarattı. O dönemde kadın bağı reklamında gerçek bir kadının kullanılması kabul edilemezdi. Bir kadın bağı, modellik kariyerimin sonu oldu.

1929’da sürrealist ressam ve fotoğrafçı Man Ray’den fotoğraf tekniklerini öğrenmek için Paris’e gittim ve Man Ray’ın ilham kaynağı, modeli ve sevgilisi oldum. Man Ray ile ortak fotoğraf çalışmalarına katıldım hatta onun moda dergileri için aldığı birtakım fotoğraf siparişlerini de aslında ben çektim. 3 yıllık bu deneyimden sonra tekrar New York’a dönerek kardeşim ile bir fotoğrafçılık stüdyosu açtım. 1934’de Mısırlı bir işadamı ile evlenerek Mısır’da yaşamaya başladım ve burada çarpıcı sürrealist birçok fotoğraf çalışması yaptım. 3 yılın sonunda sıkıldım ve boşanarak Paris’e döndüm.  İngiliz sürrealist ressam Roland Penrose ile tanıştım.

İkinci dünya savaşında Vogue için savaş muhabirliği yapmak üzere Nazi kamplarında fotoğraflar çektim. Münih’te Hitler’in terk ettiği evinin küvetinde yıkandım. Life muhabiri David Scherman ile birlikte birbirimizi görüntüledik. Diktatör yoktu güç bizdeydi artık. Viyana hastanesindeki ölü çocuk fotoğrafları, savaşın son günlerinde Leipzig Belediye Başkanı’nın kızının intihar fotoğrafları görenleri hayrete düşürüyordu. Fotoğrafın yanına “Çok güzel dişleri vardı.” diye bir de not yazmıştım.”  Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyordum. Savaş muhabirliği yıllarım ve çocukluk travmalarım beni sertleştirmişti hayata karşı.

İngiltereye döndüğümde, çok da sertleşemediğimi geçirdiğim klinik depresyon ile acı bir şekilde anladım. Savaşın bana hediyesi olan travma sonrası stres bozukluğuna bağlı bir hastalıkdı bu. Tutunabilmek için içmeye başladım. Neredeyse 10 yıldır birlikte olduğum Roland ile evlendim ve oğlum Antony’i 1947’de dünyaya getirdim. Ama ona sanırım iyi bir anne olamadım. Farley çiftlik evinde mutfak ve yemek işlerine ağırlık verdim. Roland’ın Picasso için yazdığı biyografinin fotoğraflarını ben çektim. Bu arada depresyonum hep benimleydi. Savaş görüntüleri aklımdan çıkmıyordu, kocamın yasak aşk ilişkileri de bunun üzerine tuz biber ekerek beni kanser etti. 70 yaşında öldüm. Ben öldükten sonra, ilk kapsamlı sergim bu yıl Viyana’da Albertina Müzesinde açıldı. Oğlum benimle ilgili bir kitap yayınladı. “The Lives of Lee Miller”.  Kitaptan uyarlanan, Kate Winslet’in canlandıracağı filmim de önümüzdeki yıllarda vizyona girecek.

 

Louise Bourgeois (1911-2010)                                      heykeltraş

Ben Louise Bourgeois, 1911 yılında Noel gecesi Fransa’da doğdum. İstenmeyen bir kız çocuk olmam sanırım babamın ismini almamla başladı. 1914’deki 1. dünya savaşında babam askerdi. Yakışıklı ve otoriter babam savaş sonrası değişmiş, kendini eğlenceye vermiş, kadınların peşinden koşmaya başlamıştı. Bana mürebbiye olarak getirilen İngiliz kadın Sadie evin içinde bilinen ama bilinmezliğe gelinen babamın gizli metresiydi. On yıl bizimle ayni evde kaldı. Ona karşı olan tepki ve kızgınlığım çalışmalarımdaki motivasyonu sağladı. Son elli yıldır yaptığım çalışmalarımın tüm konuları, ilhamını çocukluğumdan alıyor. Çocukluğum büyüsünü, gizemini ve dramını hiçbir zaman kaybetmedi.

21 yaşında annemi kaybedince o evden adeta kaçtım. New York savaş sonrası Almanya ve Fransa’dan gelen sanatçıların merkeziydi. Sanat tarihçisi olan eşimle tanışmam bu çevrelere girmem için bana bir şans yaratmıştı. Erkeklerin yazdığı sanat tarihinde, kadınlara pek yer yoktu ama Miro her zaman benim sanatımı desteklemişti.

Benim çalışmalarım, ilişkilerimim portreleridir. 1994’de yapmaya başladığım örümcekler anneme bir güzellemeydi. Annemin portreleri olan o kocaman örümceklerin çevresinde dolanmak, altına girmek ve onun beni eskisi gibi koruduğunu hissetmek istiyordum. Bu nedenle de ‘Maman’ adını verdiğim örümceklerim iğrenç bir imge oluşturmaz. Dokuz metre yüksekliğinde dayanıklı bronz, çelik ve mermerden yaptığım adeta bir sığınak gibi içine girip dolaşılabilen bu anıt heykeller, dünyanın birçok yerinde, Bilboa Guggenheim Müzesi, Londra Tate Modern, New York MOMA’da, Paris’te Centre Pompidou’da görülebilirler.

Bugün heykelimde geçmişte çözemediğim şeyleri söylüyorum. Benim için heykelim bedenimdir, bedenimse heykelimdir. Erken dönem işlerim düşmekten korkmakla ilgiliydi. Sonraki işlerim düşme sanatı ile ilgili oldu. Kendini incitmeden düşmek yani. Şimdi yaptığım ise hiç düşmeyip asılı kalma sanatıdır. Ben 100 yıla yakın yaşadım. Heykellerim ise sonsuza dek yaşayacaklar. Afakanlarıma, ‘şeytan çıkartma’ma olanak tanıdığı için sanata şükran duyuyorum.

 

 

 

Hedy Lamarr  (1913-2000)

sinema oyuncusu ve mucit

“Her kadın çekici olabilir; tek yapması gereken aptalca bakmasıdır.”

 

1913’de Avusturya’da doğdum. Bugün kullandığınız iletişim teknolojisindeki wi-fi, bluetooth gibi birçok buluşun temelini ben attım. Bununla övünmesem de aynı zamanda sinema tarihinde ilk çıplak sahneler de bana aittir. Küçük yaşlarda başladığım oyunculuğumu silah tüccarı olan kocam engellemeye kalkışınca hizmetçi kılığına girerek evden kaçtım. Tabii ki tüm mücevherlerimi alarak. Önce Londra, sonra da hayallerimin şehri Hollywood’a kapağı attım. Şansım ve bittabi güzelliğim sayesinde tanıştığım yapımcı Mayer benim yeryüzü yıldızlığımın yollarını açtı. Ünlü oyuncularla 20’nin üzerinde filmde rol aldım. Eleştirmenler beni ‘Dünyanın en güzel kadını’ olarak nitelendirilmekteydi. Bilmiyorlardı ki ben sadece güzel değil akıllıydım da. Bilime özel bir ilgim vardı. Uzaktan kumandalı torpidolar düşman tarafından nasıl etkisiz hale getirilemez konusunda çalışıyordum uzun süredir. Çözüm kafamdaydı ama teknik desteğe ihtiyacım vardı. Besteci ve mucit George Antheil’le birlikte otomotik piyanoların çalışma sisteminden yola çıkarak buluşumu gerçekleştirdim. Bugün kullandığınız  GSM,Wİ-Fİ ve GPS teknolojilerinin bizim oluşturduğumuz temelden yararlanarak geliştirildiğini biliyor muydunuz?

1997’de buluşumu takdir ettiler ve “Elektronik Öncüsü” ödülü verdiler. Ama ben bu icadımdan tek kuruş kazanamadan, 2000’de güzel oyuncu ve mucit olarak öldüm gittim.

 

Diane Arbus (1923-1971)                               Fotoğraf Sanatçısı

 

1923 yılında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Henüz 18 yaşında babamın dükkanında çalışırken tanıştığım Allan Arbus ile evlendim. Birlikte moda fotoğrafçılığı yaptık. Moda fotoğrafçılığı şatafatlı hayatın boyalı, yalancı bir yüzüydü ve beni tatmin etmedi. Benim acı çektiğim şeylerden biri de hiçbir zaman güç koşulları hissetmemiş olmak ve  gerçek dışı gelen bir ortamda yetişmiş olmaktı. Bu nedenle de farklı kişiler her zaman ilgimi çekmişti. İlk çektiğim fotoğraflarda kurbanlar ve talihsizler üzerine yoğunlaştım. Benim için muhteşem bir heyecan kaynağı olmuşlardı. Onlara tapardım. Hala da bazılarına tapıyorum. En yakın arkadaşlarım onlar demiyorum ama bana utanç, korku ve hayranlık karışımı bir duygu verirlerdi. Hepimiz günün birinde travmatik bir deneyim yaşayacağımızdan korkarız. Hilkat garibeleri kendi travmaları ile doğduklarından hayattaki sınavlarını zaten geçmişlerdir. Bence onlar aristokratlardır.

Onları bulmak için evlerine kadar takip ettim, onlarla konuştum ve toplumdaki görünüşlerinin altındakini yakalamaya çalıştım. Fotoğrafını çektiğim kişiler direkt kameraya bakmalıydı. İzleyen de benim gözümle görebilmeliydi onları.

Çalışmalarım Modern Sanatlar Müzesinde sergilendi. Stanley Kubrick, “Schning” filminde kullandığı ikizleri benim çalışmalarımdan esinlenerek oluşturdu. Fotoğraflarımın konusu ile ilgili en iyi tanımı ise Susan Sontag yaptı. Beni ve onları “Mutsuz Bilinç” diye tanımladı. Evet galiba öyleydim ki 48 yaşında hap içip, bileklerimi keserek bu hayattaki sınavımı bitirmeden aranızdan ayrıldım.

 

 

George Sand (1804-1876)                                                        yazar

“Günün birinde dünya beni tanıyacak ve anlayacak. Öyle bir gün gelmese bile benim için pek önemi yok. Ben başka kadınların önünü açmış olacağım.”

Soylu bir baba ve halktan bir anneden dünyaya geldim. Küçük yaşlarda babamı kaybedince babaannem beni soylulara yakışır biçimde yetiştirmek için eğitimimi ele aldı ve annemi evden uzaklaştırdı. Anneme duyduğum özlem ve sevginin beni ne kadar etkilediğini ilerde romanlarımı yazarken daha iyi anladım. Kırsal yaşam ve Rousseau benim ilk öğretmenlerim oldu. İkisi de bana özgürlüğü, bağımsızlığı ve eşitliği öğretti. 18 yaşında bir baronla evlendim ve 2 çocuk sahibi oldum.  Toplumun hazırladığı en barbar kurumlardan biri olan evliliğe dokuz yıl katlanabildim. Evi terkederek Paris’e gittim. O dönemde sevgilim olan yazar Jules Sandeau ile birlikte yazdığım öyküler, Jules Sand adıyla yayınlandı. Önceleri gerçek duygularıma dayalı aşk ve macera romanları yazdım. Daha sonra sosyal ve işçi haklarını savunan politik içerikli yazılarım da oldu.

İlk romanım evlilik esaretinden kurtulmaya çalışan mutsuz bir kadını anlatan İndiana’yı takma ismim George Sand olarak yayınlattım. Bundan sonra da asıl adım olan Amantine Lucile Aurore Dupin’i hiç kullanmadım. Yaşam tarzımla yerleşmiş tüm geleneklere ve ataerkil tarzı yaşama karşı çıktım. Erkek kıyafetlerinin daha ucuz, dayanıklı ve kullanışlı olması nedeniyle Paris sokaklarında pantolon giydim.

Paris’in edebiyat ve sanat çevresinin özgür havası tam bana göreydi.  Burada ünlü yazar ve sanatçılarla tanıştım. Gustave Flaubert, Marcel Proust ve Honore de Balzac, hayranlarım arasındaydı Alfred de Musset ve Frédéric Chopin ile fırtınalı ilişkiler yaşadım. Merak edenler “Hayatımın Hikayesi” adlı kitabımda ayrıntıları okuyabilirler. Oyuncu Marie Dorvalde ile yakın arkadaşlığım oldu. Ancak Chopin'le ilişkim diğerlerinden farklıydı. Chopin aristokrattı, edepli, titiz, düzgün, hatta biraz tutucuydu. Ben ise tam tersine özellikler taşıyordum. Yine de Chopin’in hastalığı boyunca onunla ilgilendim, bestelerini rahat bir ortamda yapmasını sağladım. Fırtınalı 9 yıllık beraberliğin sonunda ayrıldık ve 2 yıl sonra da Chopin vefat etti.

Feminist harekete hiçbir zaman dahil olmadım ama her zaman, bir ulusun ilerlemesi için kadın haklarının sağlanması gerektiğine inandım.

 

Afife Jale (1902-1941)

tiyatro oyuncusu

“Ben bu yolun dikenlerini temizliyorum. Arkadan gelenler daha rahat yol alacaklardır.”

 

1902 yılında, İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya geldim. İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde eğitim gördüm. Darülbedayi’nin 1918’de tiyatro kursları için açtığı sınavı kazandım. Darülbedayi, Müslüman kadınları, sadece kadınlara özel gösterilerde oynayacakları gerekçesiyle bünyesine almıştı. 1919 yılına kadar oyunların provalarına katıldım, fakat hiç sahneye çıkamadım.

1919 yılının 13 Nisan gecesi Kadıköy’deki Apollon Sineması’nda ilk gösterimi yapılacak olan, Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununda, Emel rolünü oynayan Eliza Binemeciyan'ın Paris'e gidişi üzerine onun yerine “Jale” takma adı ile sahneye çıktım. Böylece sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını olarak tarihe geçtim. O günden sonra Afife Jale olarak anılmaya başlandım.

Ancak daha sonraki oyunlarımda polis baskınına uğradım ve her seferinde kaçarak paçayı kurtardım. Babam dâhil herkes sahneye çıkmama karşıydı. Sonunda işten de atıldım. Yaşadığım bu sıkıntılar şiddetli baş ağrılarına neden olunca, doktorum beni  morfinle tedavi etmeye başladı. Olan oldu ve ben morfinman oldum.

Yine de tiyatroyu bırakmadım. İstanbul dışında turnelere çıktım. 1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesi ile Türk kadının sahneye çıkma yasağı kaldırıldı. Ancak bu kez de morfin bağımlılığın getirdiği engeller nedeniyle tiyatroyu bırakmak zorunda kaldım. Bestekâr Selahattin Pınar ile evliliğim de bu bağımlılık nedeniyle uzun sürmedi. ”Nereden Sevdim O Zalim Kadını” şarkısındaki “Zalim Kadın” bendim.

39 yıllık yaşamımın son sahnesinin perdelerini, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin morfinmanlar koğuşunda kapattım.

 

İsadora Duncan 1877-1927

modern dans sanatçısı ve koreograf

“Beden ruhun ışıltılı bir manifestosudur. Evet ben bir devrimciyim. Bütün gerçek sanatçılar devrimcidir.”

 

İrlanda'dan ABD'ye göç etmiş olan bir ailenin kızıyım. Yoksulluk içinde ama müzik öğretmeni olan annem sayesinde müzik dolu bir evde büyüdüm.

1904’de Berlin’de kardeşimle birlikte yatılı bir dans okulu kurdum. Herhangi bir ücret almadan yetiştirdiğim çocukların ruh ve beden eğitimine önem veriyordum.

Aktör, yönetmen ve sahne ressamı Edward Gordon Craig'a aşık oldum, ondan Deidre ismindeki kızımı dünyaya getirdim.

Klasik balenin dışında kendi tarzımı geliştirmeye çalışarak gösteriler yapmaya başladım. Antik çağın danslarını çağrıştırır şekilde eski Yunan giysileri içinde çıplak ayakla dans ediyordum. Doğrusu başlarda çok da başarılı olamadım. Sonraları çıktığım turnelerde; Londra, Paris, Berlin ve Moskova’da seyircileri büyülemeyi başardım. Masmavi bir sahne perdesi önünde aniden ortaya çıkıyor, uzun süre heykel gibi duruyor, müziğin başlamasıyla birlikte kollarımı başımın üzerinde birleştirip, izleyenleri etkim altına alana dek bekliyordum.

Sonra yine âşık oldum. 1911’de Paris Singer’den bir erkek çocuk dünyaya getirdim. 2 yaşındaki oğlum ve kızım, şoförün vahim bir hatası sonucu Sen nehrinde boğularak öldüler. Bozulan motoru tamir için arabadan inen şoför, el frenini çekmeyi unutmuştu. Ben de o günden sonra yaşamayı unuttum. İçmeye başladım, şişmanladım. Bir çocuk daha doğurdum. Ama bu kez de o istemedi verdiğim hayatı. Doğumdan kısa bir süre sonra öldü.

45 yaşındayken, 26 yaşındaki Rus şair Sergey Yesenin’le büyük bir aşk yaşadım ve onunla evlendim. Genç, yakışıklı Yasenin benim için şiirler yazdı. Amerika’ya giderek, birlikte sahneye çıktık. Uzun kırmızı şalımla komünizme övgüler düzüyordum. Hem bu tutumum hem de sahnede giydiğim şeffaf giysiler Amerika’nın tepkisini çekti. Rusya’ya geri döndük. Sonra Yesenin intihar etti. Ben beş parasız, Paris’te tutunmaya çalışırken aldım bu haberi. Çocuklarımın ölümü ile ben de ölmüştüm aslında. Yasenin bana gençlik ve hayat aşısı verecekti ama onun o kırılgan yüreği ve kendine bile yetemedi.

Bir gün Nis'te bir hayranımın üstü açık spor arabasında gezerken, o uzun kırmızı ipek şalım arabanın tekerleğine dolandı ve boynum kırıldı. Bu film gibi hayatım sonunda film de oldu tabii. Yaşam öyküm 1968’de Vanessa Redgrave'in başrolde oynadığı "İsadora" adı ile filme çekildi.

 

Maria Callas (1923-1977)   opera sanatçısı

"Ben bu yaşıma kadar çok şeyler yaşadım ama yanlışlıkla arka balkonun ışığını açık unuttum. Uyuduktan sonra ışıkları içimden söndürdüm"

 

Bazılarınız beni  Hanks’in oynadığı Philadelphia  filmi  ya da Yıldız Kenter’in oyunundan hatırlayacaktır.

New York’da Yunan asıllı bir ailenin 2. Kızı olarak dünyaya geldim. Annem için hep 2. kızdım. Annem ablama müzik dersleri aldırıyor ve ona özen gösteriyordu. Anneme göre ben şişman ve beceriksizdim. Bir gün sesimin güzel olduğunu keşfedince benimle ilgilenmeye başladı. 14 yaşındayken annem babamdan ayrıldı ve Yunanistan’a göç ettik. Taverna ve kışlalarda söylediğim şarkılarla insanları büyülemeye başlamıştım. Ablamın sevgilisi beni Atina Konservatuarı’na soktu. Zengin bir İtalyanla evlenmem basamakları daha hızlı çıkmamı sağladı. Beni hayatta mutlu eden tek şey müzikti. Ve artık hiçbir şey beni yolumdan döndüremezdi. Metropoliton ve Scala’da sahneye çıktım. Ama en iyi olmak istiyordum. Sesimdeki kusursuzluğun görünümümle bütünleşmesi gerekiyordu. Doktorumun tavsiyesine uyarak tenya yumurtalarını düşünmeden yuttum. Audrey Hepburn gibi güzel ve zariftim artık.

Bir gün karşıma ünlü Yunanlı armatör Aristotelis Onassis çıktı ve ona âşık oldum, onun için eşimi terkettim. Ancak o eşini terketmediği gibi çok istediğim bebeğimi skandal olur diye kabullenmedi. O kadar çok üzüldüm ki onu kaybettim. Oysa aşkım uğruna müziğim bile ikinci planda kalmıştı. Onassis eşinden ayrıldı ve Jackie Kennedy ile evlendi. Bense her ay Omera adını verdiğim bebeğimi mezarında ziyaret ediyorum.  Çok duyarlı, çok gururlu ama fazla kırılgan biriyim. 53 yaşında kalbim bu hayata daha fazla dayanamadı. Hizmetçilerim Paris’teki evimde cansız bedenimi buldular.

 

ALL RIGHTS RESERVED BY GULDEREN DEPAS © 2016

DESIGNED BY ENGIN KULOĞLU

Gülderen Depas imza